Ana içeriğe atla

DAİŞ’in Türkiye Büyükelçisi Ebu MansurTürkiye’nin DAİŞ dosyasını açtı

DAİŞ’in Türkiye Büyükelçisi Ebu MansurTürkiye’nin DAİŞ dosyasını açtı
DSG tarafından yakalanıp Irak’a teslim edilen ve burada idamla yargılanan DAİŞ’in Türkiye Büyükelçisi Ebu Mansur, DAİŞ-MİT ilişkileri, Türkiye’nin “Kürt anasını görmesin” zihniyeti uğruna Kürtlere karşı geliştirdiği kirli askeri ve politik hamleler, Erdoğan’ın kendisi ile görüşme isteği ve birçok önemli konuda açıklamalarda bulundu.
posted onJuly 27, 2019
noyorum

Türkiye’nin terör örgütü DAİŞ ile işbirliği ve onunla yaşadığı sorunlar halen iyice incelenmemiş önemli bir konu ancak ortaya çıkan bazı bilgiler DAİŞ’in, Türkiye’de yabancı ülkelerden gelenlerin koordine edilmesi, Türkiye’deki DAİŞ mensuplarının desteklenmesi ve sağlık ihtiyaçlarının giderilmesi gibi konularda, içinde Türklerin de bulunduğu geniş bir örgütlenme ağına sahip olduğunu ve bahsi edilen desteklerin doğrudan resmi merciler tarafından sağlandığını göstermekte.

Her ülkenin komşu ülkelerde yaşanan gelişmeleri ve bu gelişmelerle ilgili meseleleri müzakere etmesi için gerekli diplomatik oluşumlara ihtiyacı var ve DAİŞ’in, Türkiye açısından bu ilişkilenme temelinde göz ardı edilecek bir yapı olmadığı aşikar.

Batı Kürdistan’daki (Rojava) Demokratik Suriye Güçleri (DSG) tarafından Suriye’nin doğusunda DAİŞ’in elinde kalan son toprak parçasının özgürleştirilmesi sürecinde DAİŞ’e karşı düzenlenen operasyonların ardından DSG’ye teslim olan binlerce DAİŞ’li den biri olan, bir süre Suriye’deki Kürt Halk Savunma Birlikleri (YPG) hapishanelerinde tutulması ardından yargılanmak üzere Irak’a gönderilen ve burada idamla yargılanan DAİŞ’in Türkiye Büyükelçisi olarak tanıtılan Ebu Mansur el Mağribi, Türkiye-DAİŞ ilişkileri ile ilgili çok önemli açıklamalarda bulundu.’liler arasında, 2014’te “.

Şiddet İçeren Aşırılıklar Araştırma Merkezi (ICSVE) Direktörü ve Georgetown Üniversitesi’nde psikiyatri profesörü olan Dr. Anne Speckhard’a konuşan Ebu Mansur el Mağribi, Türkiye – DAİŞ ilişkilerine yönelik açıklamalar yaptı.

2013 yılında DAİŞ’e katılan ve ilk görevi Türkiye’den gelen yabancıları kaydederek Rakka’ya göndermek olan el Mağribi, kısa sürede örgüte gelişleri gözetlemeden sorumlu “emirliğe” yükselmiş. El Mağribi, bazıları Ankara’da olmak üzere Türkiye istihbaratıyla defalarca müzakerelerde bulunduğunu hatta Türk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da kendisiyle görüşmek istediğini söyledi.

DAİŞ’i temsilen Ankara’ya gittiğini söylemesiyle Dr. Speckhard’ın “DAİŞ’in Türkiye Büyükelçisi” benzetmesi yaptığı Ebu Mansur el Mağribi, Ankara’da bir istihbaratçının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisiyle özel görüşme yapmak istediğini kaydetti.

Fas Murakuc kentinde elektronik mühendisliği yaparken DAİŞ’e katılan el Mağribi, Türkiye-Suriye sınırında örgüte yönelik geçiş serbestisi sağlandığını belirterek “Savaşçılarımızı Türkiye’deki hastanelere götürmek için müzakereler yaptık. Bir kolaylık yapmışlardı, tedavi için gelenlerin pasaportlarına bakmıyorlardı. Her zaman açık bir kapıydı. Eğer bir ambulansımız varsa sınırı muhakkak geçiyorduk. Türkiye’deki birçok yere girebiliyorduk. Resmi kimlik sormuyorlardı. Bizim sadece haber vermemiz gerekiyordu” şeklinde konuştu.

Türkiye-DAİŞ ilişkisinin “karşılıklı çıkara” dayandığını ifade eden Ebu Mansur el Mağribi, 2014’te Musul’da esir alınan Türkiye Konsolosluğu çalışanlarına karşılık yaklaşık 500 DAİŞ’linin Türkiye’den salıverilerek örgüte döndüğünü de belirtti.

Tecrübeli bir uzman olan Dr.Speckhard, Ebu Mansur el Mağribi’nin açıklamalarını yayınlarken kimi yerde çekincelerini belirtiyor. Örneğin el Mağribi’nin özel olarak Türk hükümeti, MİT ve Erdoğan ile ailesini korumak için zaman zaman doğru olmayan açıklamalar yaptığı tespitinde bulunuyor.

Anti-terör uzmanı Dr. Speckhard’ın Ebu Mansur el Mağribi’yle yaptığı ve ABD hükümetinin resmi internet sitelerinden biri olan Homeland Security Today’de yayımlanan söyleşinin tam metin çevirisini yayınlıyoruz:

“Ebu Mansur el Mağribi, DAİŞ’teyken geçirdiği 3 yılı “Rakka’da işim uluslararası vakalarla ilgilenmekti” diye açıklıyor. El Mağribi DAİŞ emiri olması ve görünüşe göre “Türkiye büyükelçiliği” yapmasından önceki görevini “İşim DAİŞ’in Türkiye istihbaratıyla ilişkileriydi. Bu tam olarak sınırda çalıştığım dönemde başladı” diyerek anlatıyor.

Ebu Mansur, Suriye’ye 2013’te geldi. Daha önce mülakat yapılan diğer birçok DAİŞ’li yabancı terörist gibi o da Müslümanları diktatörlük rejiminin zincirlerinden kurtarmak ve İslami ideallerle yönetilen bir İslam Halifeliği kurma ümidiyle geldiğini söyledi. Kazablanka’dan İstanbul’a giderek güney sınırından Suriye’ye girdi. El Nusra’yla DAİŞ arasındaki düşmanlık henüz başlamışken ilk durağı İdlib oldu. Ebu Mansur bu görüş ayrılığının DAİŞ tarafında yer aldı ve örgüt tarafından Türkiye’den Suriye’ye girişleri denetleme görevine getirildi. İşi, kendisiyle aynı rüyayı paylaşan yabancı savaşçıların Türkiye’den Suriye’ye girişini sağlamaktı.

“Türkiye içinde DAİŞ’liler var ama silahlı grup bulunmuyor”

Ebu Mansur, yabancı savaşçıların DAİŞ tarafından para verilen kişilerce İstanbul’dan Antep, Antakya, Urfa gibi sınır şehirlere getirilmesini “Benim işim yabancı savaşçıların Türkiye’den getirilmesi sürecini yönetmekti” sözleriyle tarif ediyor. “Bir oğluma DAİŞ tarafından ödeme yapılıyordu” diyen Ebu Mansur, bu kişileri(Türkiyeli DAİŞ’liler) motivasyonunun ideolojik olmadığı için diğer DAİŞ üyelerinden ayırıyor. Mansur, “Türkiye tarafında çalışanların amacı paraydı” diyor. Türkiye’deki DAİŞ ağları sorulduğundaysa Mansur, “Türkiye’de DAİŞ’e inanıp biat eden çok sayıda insan var. Türkiye’de yaşayan DAİŞ’li bireyler ve gruplar var ama ülke içinde silahlı grup bulunmuyor” şeklinde konuşuyor.

Mansur, yabancı savaşçıların nereden geldiğini açıklarken “Farklı yerlerden, çoğunluğu Kuzey Afrika’dan. Avrupalıların sayısı çok değildi, toplamda 4 bin kadar” diyor.

“Tunus’tan 13 bin, Fas’tan 4 bin. Libya’dan daha az savaşçı vardı çünkü orada kendi cepheleri var, sayıları 1000’den azdı. Tabii 2015’e kadar olan kısımdan bahsediyorum” diye ekliyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, savaşçıların kökenleri ve sayıları hakkında verdiği rakamsal veriler, DAİŞ’e en çok katılımın Tunus’tan olduğu yönündeki bilgileri doğruluyor. Sayıları nasıl ezbere bildiği ilginç.

DAİŞ’lilerin sayısını bu kadar iyi bilmesi nedeniyle şüphelenerek “Yani, DAİŞ’in kabul bölümünde yeni üyeleri kaydeden basit bir yazmandan daha fazla şey biliyorsunuz” diye soruyorum.

Ebu Mansur, “Benim işim Suriye-Türkiye sınırını korumak ve savaşçıları kabul etmekti” derken işi savaşçı transfer etmek olan birinden daha fazla bilgiye sahip olduğunun anlaşılmasına gülerek karşılık veriyor. “Grê Spi, Halep, İdlib ve tüm sınır noktalarında savaşçıların alınmasını gözetliyordum” diyor.

Kontrolün onda olduğu belli, dolayısıyla “Yani bir DAİŞ emiri idiniz” diyorum.“Yakalandığı” ve gerçekte kim olduğunun anlaşıldığı için mutlu görünerek “Evet” diye itiraf ediyor: “İlk başta gelenleri kaydediyordum, daha sonra gözetmen oldu. Ben emirdim.”

Yabancı savaşçılar ve kadınlar

Türkiye üzerinden Suriye’ye giden kadınları konuşmaya başlıyoruz. “ Evli olmayan kadınlar doğrudan Rakka’daki  kadınlar merkezine gidiyorlar. Evli olanlar ise eşlerinin yanına gidiyor” diyor.

Bu evli kadınların DAİŞ’in kadın misafirhanelerinde kaldığını söylüyor. “Aile oldukları için eşleri eğitimlerini bitirene kadar kalacak bir yer veriliyor” diyor. Kastettiği eğitim, DAİŞ savaşçılarının silahlı eğitiminin yanı sıra yeni örgüt üyesi erkeklerin aldığı tekfir ideolojisi kapsamındaki “zorunlu şeriat eğitimi”; ki bu ideoloji bazı Müslümanlar da dahil olmak üzere kafirlere ve inanmayanlara yönelik şiddet uygulanmasını meşru kılıyor.

Ebu Mansur, kabul noktalarında doldurulan formların formatını ve içeriğini de açıklıyor. “Tecrübelerle ilgili bir formdu. Gidilen ülkeler ve bunun gibi şeyler. Çok iyi hatırlamıyorum ama çok detaylıydı” diyor. “Gelenler arasında yüksek eğitimliler de vardı. Uzmanlık alanını, çalışmalarını ve bildiği dilleri yazıyorduk. Bu tür bilgiler formlarda yer alıyordu” diye devam ediyor.

Ebu Mansur’a göre, işe yerleştirmelerse eğitim kamplarında yapılan başka bir kabul işleminin ardından yapılıyor:

“Bu yerlerde DAİŞ’e alımları gerçekleştiren çok güvenilen insanlar vardı. Eğer mühendissen seni bu tür bir işe yerleştiriyorlardı. İnsan kaynakları yönetimi ofisiydi. Ama tabii ki ondan farklıydı, çünkü ‘Şehit olma isteği’ seçeneğimiz de vardı.”

Şehit ve uyuyan hücre olmak için gelenler

“Şehit olmak istiyorum’ diyenlere ne oluyor?” diye sorduğumuzda cevaplıyor:

“Bu işlerle ilgilenen özel merkezler var. 2014 ve 2015’ten önce şehit olmak için gelenler bir hayli fazlaydı” diyen Ebu Mansur başlangıçta DAİŞ için ölmeye gelenlerin çok daha fazla olduğunu söylüyor. Ebu Mansur “Aşağı yukarı 5 bin kişi şehit olmaya geldi. Onları o merkeze göndermedim” diyor ve ölüm görevlerine hazırlanan örgüt üyelerinin izole edilerek cesaretlendirildiğini söylüyor. Mansur şöyle devam ediyor:

“Onları sadece kayıt ediyordum ve eğitim kampına gönderiyordum. Ondan sonra Rakka’da bir merkez var. Bu merkezde kimin nerede istihdam edileceği kontrol ediliyor. O benim işim değildi.”

Ebu Mansur’a göre “şehit” adaylarının sayısı “halifelik” ilan edildiğinde azalmış:

“Rakka’da istikrar sağlandığında azalmaya başladı. Daha sonra birçoğu orada yaşamak için geldi. Şehit olmaya gelenlerin oranı azaldı.”

Örgüte katılımları hatırlamak konusundaki olağanüstü yeteneği sayesinde açıklıyor:

“2014’ten önce gelenlerin yarısı şehit olmak istiyordu. Daha sonra bu oran yüzde 20’lere düştü.”

“2014 ve 2015’te 35 bin civarında yabancı savaşçı giriş yaptı” diyor Ebu Mansur. “Ondan sonrasını bilmiyorum ama sayıları her yıl giderek azaldı” diye devam ediyor. Verdiği sayılar, uzmanların 40 bin civarında yabancı savaşçının Suriye’ye giriş yaptığı ve birçoğunun soluğu DAİŞ saflarında aldığı yönündeki tahminleriyle örtüşüyor.

“Avrupa’daki saldırılar Rakka’nın işiydi”

Almanya’da gözaltında tutulan DAİŞ’li Harry Sarfo ve ICSV’ye konuşan bir DAİŞ kaçakçısı gibi örgüt tarafından eğitilerek saldırı yapmak üzere ülkelerine gönderilenleri sorduğumuzda Ebu Mansur yanıtlıyor:

“Biz kabul noktasındaydık. Ülkelerine geri dönüp saldırı yapmalarını istemek bizim işimiz değildi. Bu Rakka’nın işiydi.”

Ancak bunun olduğunu doğruluyor. “Diğerlerini ülkelerine dönüp saldırı düzenlemeye çağıranlar vardı ama bizim işimiz bu değildi, biz kabul bölümündeydik” diye tekrarlıyor. Büyük bir kısım DAİŞ’linin Avrupa’ya dönüp uyuyan hücre olduğu yönünde yapılan yorumlara biraz da gizem katarak “Ancak dönenlerin tamamı uyuyan hücre olmuyordu. Birçoğu sadece işi bıraktı. Birçok insan durumu beğenmedi ve ayrıldı” diyor. “Halep ve Rakka’da birer yönetim merkezi vardı. Pasaportları onlara verdim. Arşive kaydoldular.”

Türk MİT’i ile toplantı ve anlaşmalar

Ebu Mansur, “Sınıra yönelik koalisyon saldırısının ardından Rakka’ya gittim. Doğu Suriye’de Rakka ve bunun gibi şehirlerde istikrar vardı” diyor. Söylediği dönem 2015 ve 2016’ya tekabül ediyor. Ebu Mansur’a yaralanan DAİŞ’lilerin sınırı geçmesine izin verilerek Türkiye’de tedavi görmelerinin sağlanıp sağlanmadığını sorduğumuzda işler bambaşka bir hale geliyor; Ebu Mansur’un sadece bir DAİŞ emiri değil, aynı zamanda bir DAİŞ diplomatı olduğunu fark ediyoruz.

Ebu Mansur “Yaralanan kişiler için Türkiye istihbaratıyla DAİŞ istihbaratı arasında sınır kapıları konusunda karşılıklı anlaşmalar ve bir anlayış vardı” diye devam ediyor: ” Doğrudan MİT’le toplantılar yaptık, birçok toplantı yaptık.”

Türk hükümetinden tam olarak kimlerin kendileriyle görüştüğünü sorduğumuz Ebu Mansur cevaplıyor: “Takımlar halindeydiler. Bazıları Türkiye istihbaratını temsil ediyordu, bazıları Türkiye ordusunu. 3-5 farklı grubun takımları vardı. Toplantıların çoğu Türkiye’de askeri karakollarda ya da ofislerde yapılıyordu. Duruma göre değişiyordu. Bazen her hafta buluşuyorduk. Ne olup bittiğine göre değişiyordu. Birçok toplantı sınıra yakın yerlerde yapılıyordu. Bazı toplantılar Ankara’da, bazılarıysa Antep’te yapıldı.”

Ankara’da üst düzey hükümet yetkilileri ile görüşme

Ankara’da Türk hükümetinden yetkililerle görüştüğünü söylediği zaman onu aklımızda “DAİŞ Büyükelçisi” konumuna yükseltiyoruz ki pratikte yaptığı şey de buydu. “Sınırı geçmeme izin verdiler. Sınırda Türkler bana hep araba gönderiyordu ve korunuyordum. Bizden iki üç kişilik bir grup benle oluyordu. Bizim heyetin sorumlusu bendim” diyor.

Görünen o ki, Ebu Mansur Türk hükümetinin farklı güvenlik kanatlarındaki üst düzey yetkililerle görüşmeler yapıyordu. “Ortak çıkarlar konusu önemli bir meseleydi” diyor Ebu Mansur ve ekliyor: “Bir devlet yaratmak ve onu dünyadan ayırmak yeni bir şeydi. Görüşmeler kolay değildi. Uzun sürdü ve zaman zaman sert görüşmeler oldu.”

“Cumhurbaşkanlığı istihbaratı Erdoğan’ın görüşme isteğini iletti”

Bir çeşit büyükelçi olduğu fikrini reddederek “Bahsettiğiniz büyük adam ben değilim” diyor Ebu Mansur. DAİŞ’te büyükelçi diye bir terim kullanmadıklarını söylüyor. Ancak devam ettikçe anlıyoruz ki DAİŞ adına ulaştığı diplomatik menzil Türkiye Cumhurbaşkanı’na kadar uzanıyor. Mansur “Onunla görüşecektim ama görüşmedim. Cumhurbaşkanının istihbarat elemanlarından biri, Erdoğan’ın benimle özel görüşmek istediğini söyledi ama bu gerçekleşmedi” diyor.

Ebu Mansur, “Emirleri, Şura Meclisi temsilcisinden alıyordum; Muhammed Hudud adlı bir Iraklı. DAİŞ Şurası üyeleri en yüksek yetkiye sahipti; müzakere komitesi ve delegelerden oluşuyordu’’ .Ebu Mansur, Ebubekir El Bağdadi’yle ilgili olarak da “Onu kısa bir süreliğine gördüm” diyor ki bu DAİŞ’in ele geçirilemeyen lideri hakkında görüşme yaptığımız hiçbir DAİŞ’linin söyleyebildiği bir şey değildi.

(Dr.Speakhard şimdiye kadar DAİŞ’in 141 kadrosuyla mülakatlar yaptı).

Erdoğan’ın İslam ideolojisi: Keseb’den Musul’a

Arada bir fon yardımı ilişkisi olup olmadığını soruyoruz. “Aramızda para alışverişi yoktu” diyor Ebu Mansur ve bu ilişkinin karşılıklı çıkara dayanan bir işbirliği diplomasisi olduğunu kabul ediyor. Ebu Mansur’a göre Türkiye’nin faydasına olan şey, DAİŞ’in sınır bölgesinde olması ve Türkiye’nin sınırlarıyla Suriye’nin kuzeyinde kontrol sağlamak istemesiydi. Mansur, “Aslında arzuladıkları sadece Kürtleri kontrol etmek değildi. Bütün kuzeyi istediler. Ülkenin en kuzeyindeki Keseb’dan Musul’a kadar” diyor.(Keseb, Ermenilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye’nin 59 kilometre kuzeyinde Türkiye sınırında bir Suriye kasabası)

“Bu Erdoğan’ın İslamcı ideolojisiydi” diyen Ebu Mansur ekliyor: “Tüm Suriye’nin kuzeyini istiyorlardı. Türkiye tarafının söylediği buydu; Suriye’nin kuzeyini kontrol etmek. Çünkü gerçek arzuları buydu. Erdoğan’ın (gerçekten arzuladığının aksine) kamuoyuna yaptığı açıklamaları konuştuk. Suriye’nin bu bölümü Osmanlı eyaletlerinin bir parçası. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen anlaşma yapılmadan önce Halep ve Musul Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bu bölgeleri kaybettikleri Sykes Picot Anlaşması yüz yıllığına imzalandı. Toplantılarımızda Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını konuştuk. Türkiye’nin vizyonu buydu.”

Kürtlerin birleşerek bir Kürt devleti kurması endişesi

Ebu Mansur, Türklerle yapılan toplantılarda, bunların Erdoğan’ın vizyonu olarak masaya konduğunu, ancak tüm temsilcilerin bu görüşlere katılmadığını söylüyor ve Türkiye’nin Suriye’deki arzularını “Bunun tüm Türk hükümetinin vizyonu olduğunu söyleyemem. Bu projeyi hayata geçirmek için müdahale etmeye karşı olan birçok kişi vardı. PKK ve Kürtleri yenmeyi deneyeceklerini söylüyorlardı. Kürtlerin birleşerek bir Kürt devleti kurmasından endişe duyduklarını söylüyorlardı ama Halep’e kadar uzanıyorlardı” sözleriyle açıklıyor.

“Kürtleri yok etmek istiyorlard ve bu yüzden DAİŞ’ten faydalanıyorlardı”

Ebu Mansur şöyle devam ediyor: “NATO üyesi oldukları için NATO’yu kızdıramazlardı. O yüzden durumu doğrudan halledemiyorlardı ama Kürtleri de yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden durumu DAİŞ yoluyla hallederek örgütten faydalandılar.”

DAİŞ tarafıyla ilgili olarak Mansur “Bu DAİŞ için büyük bir faydaydı çünkü arkamızı kollayabilirlerdi. Onlarla 300 kilometre sınırımız vardı. Türkiye bizim için ilaca, yiyeceğe ve yardım adı altında gelen birçok şeye açılan kapımızdı. Kapılar açıktı” diyor.

Ancak söz Türkiye’den silah almaya gelince Ebu Mansur “Hiç kimse Türkiye hükümetini bize silah vermekle suçlayamaz çünkü farklı kaynaklardan gelen silahlarımız vardı. Aslına bakarsan Türkiye’den silah almaya ihtiyacımız yoktu” diyerek Türkiye’yi aklıyor ve Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) militanlarının sigara karşılığında bile silahlarını verebildiğini not düşüyor: “Rejim karşıtı Suriyelilerden silah aldık, birçok mafya ve diğer gruplar bize silah veriyordu.”

Ebu Mansur, “Suriye’de petrol, silah ve ihtiyacımız olan her şeyi almak için yeterliydi” diye devam ediyor: “Petrol gelirlerimiz ayda 14 milyon dolardan fazlaydı ve bu petrol parasının yarısı bile silah harcamalarımız için ihtiyacımız olan her şeye yetiyor da artıyordu.”

Silah için ayrılan aylık 7 milyon doların çok büyük bir para olduğunu söylediğimde Ebu Mansur “Aslına bakarsanız bu küçük bir miktar. Türkiye zaman zaman bir savaş için harcanan paranın 10 milyon dolar olduğu operasyonlar yaptı” diyor. DAİŞ’in bütçesi hakkında daha fazla rakam vermesi için baskı yaptığımda Ebu Mansur 1,5 yıldır esir olduğunu ve DAİŞ’in genel bütçesini artık hatırlamadığını söylüyor. Yine de bu açıklama, kulağa bir zamanlar bunu gayet iyi ve detaylı biliyormuş gibi geliyor.

“MİT her kritik durumdan haberdar ediliyordu”

Ebu Mansur, “Savaşçılarımızı Türkiye’deki hastanelere götürmek için pazarlık yaptık. Bir kolaylık yapmışlardı. Tedavi için gelenlerin pasaportlarına bakmıyorlardı. Her zaman açık bir kapıydı. Eğer bir ambulansımız varsa sınırı muhakkak geçiyorduk. Türkiye’deki birçok yere girebiliyorduk. Resmi kimlik sormuyorlardı. Bizim sadece haber vermemiz gerekiyordu” diyor.

Bunun tam olarak nasıl gerçekleştiğini sorduğumuzda Ebu Mansur yanıtlıyor: “Suriye’de hastane var, biri yaralandığı zaman bu hastane onu arabayla sınıra gönderiyor. Sınırın Türkiye tarafında ambulanslar bu kişiyi bekliyor oluyor. Beşar Esad’ı sevmeyen doktorlar vardı. Onlar bizim çocukları tedavi ettiler. MİT her kritik durumdan haberdar ediliyordu ve sınıra ambulans gönderiyorlardı. Sınıra yakın hastaneler de vardı. Kritik durumda olanlar burada tedavi ediliyordu ve MİT diğer yaralıları ihtiyaçları olan tedaviye göre Türkiye genelinde her yere gönderiyordu. Yardım etmek isteyen Türkiyeli ve Suriyeli doktorlar vardı. Dolayısıyla sınırda tedavi edecek hastaneler yoksa tedavi için Türkiye’nin iç kesimlerine gönderiliyorlardı.”

Tedavi ücretlerini kimin ödediğini sorduğumuzda Ebu Mansur “Tedavi ücretlerini DAİŞ ödüyordu ama savaşçılara ücretsiz hizmet veren devlet hastaneleri de vardı. Sadece bizim savaşçılarımız için değil, bombalamalar da yaralananlar için de. Türkiye’de kaç kişi tedavi oldu bilmiyorum ama bu rutin bir uygulamaydı” diyor ve kendi bölgesi olmadığı için elinde sayısal veriler olmadığını söylüyor. Ebu Mansur, “Tek bildiğim yaralılarımız için kapıların açık olduğuydu ve onlar için ambulans gönderildiğiydi. Bu yaralılarımız için yapılan ‘devletlerarası’ bir anlaşmaydı. Bu şartları ben müzakere ettim. Yaralılar, ilaçlar ve diğer kaynakların geçişinin yanı sıra Fırat Nehri ve su konusunda da müzakerede bulundum” diyor.

Türkiye ile saniyede 400 metreküplük su anlaşması

Su meselesi DAİŞ için hayati önemdeydi, çiftçilik yapmalarına ve barajlar yoluyla elektrik elde etmelerini sağlıyordu. Ebu Mansur “Aslında Suriye’nin Türkiye’yle saniyede 400 metreküplük bir su anlaşması vardı. Devrimden sonra suyun miktarını saniyede 150 metreküpe düşürdüler. 2014’teki müzakerelerimizden sonra yeniden 400 oldu. Elektrik enerjisi için ve hayati bir yaşam kaynağı olarak suya ihtiyacımız vardı. Kontrol edemediğimiz ve Irak’a kadar giden sular bile vardı” diyor. Mansur, “Ama suyun önemi anlaşılamıyor. Barajlar yoluyla elektrik üretmeye ihtiyacımız yok. Başka bir kaynaktan elde edebilirdik (örneğin petrol), ama suya tarım için ihtiyaç vardı. Üç baraj var. En büyüğü Tabka Barajı. 150 metreküp seviyesinde bir miktar elektrik üretebiliyorduk ama gölün seviyesi 5 metreye ulaşınca üretemiyorduk” diye devam ediyor.

Ebu Mansur “Müzakereler uzun zaman aldı” diyor. DAİŞ’in su karşılığında ne verdiği sorulunca Ebu Mansur, “En önemli fayda ülkelerinin güvenli ve istikrarlı olmasıydı” diyor. DAİŞ’in Türkiye’de saldırı düzenlememe konusunda taahhüt mü verdiğini soruyorum. Cevabı “Görüşmelerde Türkiye’ye saldıracağımızı söyleyemezdim. Bu gangsterlerin kullandığı dil. Ancak Türkiye’yi savaş alanından uzak tutarak onu bir düşman olarak görmediğimizi söyledim. Neden bahsettiğimizi anladılar. Birçok kez ‘Ne düşmanımızsınız, ne de dostumuzsunuz’ dedik” oluyor.

Türkiye’nin yanı sıra Esad ile de su anlaşması

Ebu Mansur, DAİŞ’in Tabka Barajı’nı diğer kaynakları gibi kendi kontrolü altında tutabilmek için hem Türkiye’yle hem de Esad’la iş yaptığını söylüyor:

“Sonunda Rakka kuşatıldığında koalisyon güçleri barajın kontrolünü sağlamaya çalıştı. Burada kontrolümüz yoktu. Tüm kapaklar kapalıydı ve su seviyesi yükseldi. Taşabileceği yönünde dedikodular çıktı ama teknik olarak bu doğru değildi. Bu meseleyi çözmek için DAİŞ Esad’ın mühendislerine kapakları manuel olarak açmaları için haber gönderdi. Mühendisler arasında Esad’ın rejimine ait olan bir şirkette çalışan da vardı. Kapakları tamir edip açmaya çalışırken koalisyon güçlerinin saldırısına uğradı. Rakka’da öldü.”

“Petrolün büyük bölümü Türkiye’ye küçük bir bölümü Esad’a gidiyordu”

DAİŞ’in petrol satışına gelince Ebu Mansur “Suriye’den çıkan petrolün büyük bölümü Türkiye’ye, küçük bir bölümü Esad’a gidiyordu” diyor. Ebu Mansur bu satışlarla ilgili olarak Türk hükümet yetkilileri ile doğrudan bir görüşmesinin olmadığını, petrol ticaretinin spontane gerçekleştiğini öne sürüyor.

Ebu Mansur’un “Bu işi yapacak bir sürü tüccar vardı ve Türkiye petrol gönderilecek tek pazardı. Onların tüccarları Türkiye’ye giden petrol için para ödüyordu” sözleri, her ne kadar Erdoğan’ın oğlunun DAİŞ petrolüyle zenginleştiği iddiaları olsa da, bu ticaretin aracı tüccarlar yoluyla yapıldığını gösteriyor.

Ebu Mansur, “Suriye hükümetine giden petrol bazen boru hatlarıyla bazen kamyonlarla taşınıyordu. DAİŞ’ten Türkiye’ye gönderilen petrolse bizim iznimizle Türkiye’den gelen tüccarlar aracılığıyla ulaştırılıyordu. Suriye tarafından da tüccarlar geliyordu” diyor.

Türkiye’nin Musul Konsolosluğu görevlilerine karşılık 500 DAİŞ’linin serbest bırakılması

DAİŞ Musul’u ele geçirdikten sonra (rehin alınan) Türk diplomatların ve işçilerin serbest bırakılması için yaptıkları müzakereleri sorduğumuzda Ebu Mansur şunları söylüyor: “Görüşmeler Suriye’de gerçekleşti. Aslında DAİŞ’in Musul’a girmesi bir günde gerçekleşen bir sürpriz değildi. Bu birkaç gün sürdü ama sanıyorum Türkiye hükümeti konsoloslarına Musul’dan ayrılmamasını söyledi. Birçok Türkiyeli kamyon şoförü de o sırada Musul’daydı. Tehlikede değillerdi ama serbest bırakılmaları için bir müzakere oldu. DAİŞ’in de bazı talepleri vardı. Bu zaman aldı. Konsolosluk çalışanları için fidye istemedik, tutuklularımızı istedik. MİT isimlerini biliyor.”

Ebu Mansur, konsolosluk çalışanlarına karşılık yaklaşık 500 DAİŞ’linin Türkiye’den salıverilerek örgüte döndüğünü söylüyor.

Suriye’de Türkiye askerlerinin korumasına izin verilen ve 2014’te DAİŞ kontrolüne geçen Süleyman Şah Türbesi bölgesiyle ilgili Ebu Mansur şunları söylüyor: “Bu onların askerlerinin yaptığı bir operasyon değildi. 6 ayda bir değişen 45 asker vardı. Onları ÖSO’lularla değiştirdiler. Türkiye türbeyi kendisi taşımış gibi yaptı ama bu sadece bir nöbetçi değişimiydi. Aynı biçimde o dönem Türkiye’yle yeni bir sorun yaratmak istemedik. Yaptığımız işe mani olurdu, o yüzden geri verdik.”

Türkiye’nin Batı ile yabancı savaşçılar konusundaki ikili oyunu”

Ebu Mansur’a göre, Türkiye 2014’te Batı’yla ikili bir oyun oynamaya çalışıyordu: Yabancı savaşçıların Suriye’ye girişine izin vermek ama aynı zamanda bunu engellemek için önlemler alıyormuş gibi yapmak.

Ebu Mansur, “Türkiye savaşçıların geçişini kolaylaştırmak istedi” diyor:

“Sadece kontrollerinde olsun, haberleri olsun, savaşçıların nasıl girdiklerini bilsinler istediler; o yüzden bana kimin girdiğini ve nerede olduğunu sordular. Aslında Türkiye tarafı ‘Girişleri azaltmalı, Suriye’ye sokma şeklinizi değiştirmelisiniz’ dedi. Örneğin grup halinde gelmememizi çünkü bir sürü insanın girdiğinin çok açık olduğunu söylediler. Sadece bazı kapılardan giriş yapın, silahsız girin, uzun sakallarla gelmeyin, kuzeyden güneye girişiniz mümkün olduğu kadar gizli olmalı gibi şeyler söylediler.

Örneğin sakallı Avrupalılar çok dikkat çekiyordu, o yüzden gece gelip geçmeliydiler ve gizlenmek için gruplar halinde gelmemeliydiler. Avrupalılar için bu kişiden kişiye değişiyor. Eğer fark edilmeden Suriyelilerin arasına karışabilirse normal şekilde girebiliyorlardı.”

Ebu Mansur’a Avrupa ülkesi vatandaşı Araplara sahte Suriye pasaportu verip vermediğini sormadık ama röportaj yaptığımız diğer DAİŞ’lilerden öğrendiğimiz kadarıyla DAİŞ adına çalışan kişiler Avrupalılar ve diğerlerine daha Türkiye’deyken sahte Suriye pasaportu temin etti. Bu insanlar muhtemelen Ebu Mansur’un Türkiye’den Suriye’ye normal yollarla giriş yaptığını söylediği ve görünüşleri ve belgeleri sayesinde Suriye’den Türkiye’ye de meşru bir şekilde giriş yapabilen örgüt üyeleri.

“2014’te bazı kapıları Türkiye istihbaratının gözetiminde yasal olarak açtılar ve bizim insanlarımız girip çıkabildi” diyen Ebu Mansur, “Ama Suriye’ye giriş Türkiye’ye dönüşten daha kolaydı. Türkiye hareketleri kontrol ediyordu” diye belirtiyor.

Ebu Mansur, Suriyeliler gibi Suriye’ye yasal olarak giremeyenler için “kaçakçılar tarafından sağlanan spesifik bazı yollar” kullandıklarını söylüyor ve “Tabii ki DAİŞ onlara para ödüyordu” diyor. Ebu Mansur bu kaçakçıların yıllarca çalıştığını hatırlatarak “Tabii ki “Türk güvenlik güçleri için de hizmet verdiler” diye ekliyor. Ancak bu kişiler DAİŞ’in güvenini asla tam olarak kazanmadı çünkü sadece para için bu işteydiler. “Kaçakçı bir tüccar gibidir, bir taksici gibidir. Para ödersin ama güvenmezsin.  Mutlaka sadık olmak zorunda değil, belki Suriye tarafına bir miktar sempatisi vardır” diye konuşuyor.

“Erdoğan ile görüşmek amacıyla Ankara’da bir hafta ağırlandım”

Ebu Mansur, “Görüşmeler bir Suriye’de, bir sonraki Türkiye’de oluyordu ve böyle devam ediyordu” diyor ve görüşmelerin sınır kapılarına yakın yerlerde yapıldığını söylüyor.

Ancak 2016’da Ebu Mansur’dan Ankara’da kendini tanıtması ve birkaç hafta kalması isteniyor. Ebu Mansur, “Bir süre Türkiye’de kalmamızı istediler, belki de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la tanışmamız için. 2016’nın o döneminde, Mayıs ve Ağustos arasındaki Mınbiç operasyonundan önce, Türkiye DAİŞ’ten uzaklaşmak istiyordu. Kalmak için Ankara’ya gittim” diyor.

Aniden Ankara’ya yaptığım birçok ziyarette kaldığım otelde kalmış olabileceğinden korkarak, sesimde korkuyla hangi otelde kaldığını sordum. “Özel bir misafir oteli vardı, istihbarata ait. Sanıyorum ki merkezlerinin içinde bir yerdi, ya da bir kriz hücresidir. Bir hafta kaldım” diyor.

Yolumun bir DAİŞ temsilcisiyle kesişmiş olabileceğini kafaya takmış olarak, gündüz ya da gece şehri gezmeye çıkıp çıkmadığını soruyorum. “Dışarı çıkmak istediğimde beni reddetmediler. Onların koruması altındayım. Ayrıca dinlenmek için bir hafta daha kalmak istersem bunu yapabileceğimi söylediler” diyor. Tabii ki yolumuz kesişebilirmiş…

Tampon Bölge müzakereleri

Ebu Mansur, “Türkiye’yle inişler ve çıkışlar oldu” diyor. Aynı şekilde DAİŞ’in içinde de birbiriyle anlaşamayan farklı fraksiyonlar vardı. Ebu Mansur, “Mınbiç’te olan bitenden sonra birçok değişiklik oldu ve DAİŞ’in içinde her zaman farklı fikirler vardı. Türkiye birçok kez Suriye sınırında güvenli bölge için ayrı bir yer oluşturmayı istedi. Türkiye kontrolünde Suriyelilerin yaşaması için 10 kilometrelik bir alan istediler” diyor.

DAİŞ’in bile Türkiye için bir tehdit olarak görüldüğünü fark etmek ilginç ki şu anda Suriyeli Kürtlerin tehdit olduğunu iddia ediyorlar. Ebu Mansur “Türkiye, tehlikenin uzaklaşması için sınırdan 10 kilometre geri çekilmemizi istedi. Türkiye’nin kontrolü altında olmasını ve hava sahasının kapatılmasını istediler. Bu 60 kilometre uzunluğunda ve 10 kilometre genişliğinde bir bölgeydi” diyor.

DAİŞ’in Türkiye’ye yönelik saldırıları

Türkiye’yle işlerin nasıl ters gitmeye başladığını ve DAİŞ’in Atatürk Havalimanı, Reina Gece Kulübü’yle, Ankara ve İstanbul’da sokaklarda neden saldırı düzenlediğini soruyoruz.

“Türkiye’deki bombalama eylemleri politik değildi. Türkiye’deydim ve bu olanlarla ilgili bir ilişkimin olduğunu düşündüler. Havalimanı saldırısı olduğunda Antep’te olduğunu belirterek, “Bunlar olduğunda DAİŞ’in politik kanadının düzenlediğini düşündüler ama bu mantıklı değildi. Onlara biz oradayken mi saldıracaktık?” diye soruyor.

“Havalimanı saldırısı emrini DAİŞ içindeki MİT’çiler tarafından verildi”

Ebu Mansur “Saldırı Rakka’dan yönetildi” diyor: “Saldırı emrini DAİŞ’in dış istihbaratı verdi. Ve dış istihbaratta MİT’çilerin de olduğunu düşünüyorum.  Havalimanına saldırının DAİŞ’in değil, DAİŞ içindeki Türk grupların faydasına olduğunu düşündüm. Ya da DAİŞ ile Türkiye arasında ilişki olmasını istemeyen diğer istihbarat örgütlerinin etkisi altında kalmışlardır. Başka türlüsü kulağa hiç mantıklı gelmiyor çünkü birçok üyemiz o havalimanına uğrayarak buraya geliyor. Bu saldırı emirleri DAİŞ’in içindeki MİT’çiler tarafından verildi, DAİŞ’in politik kanadı tarafından değil. Erdoğan’ı yok etmek istemediler, sadece Suriye konusunda yönünü değiştirmesini istediler. Suriye’ye ve DAİŞ’e saldırmak için ordusunu kullanmasını istediler. Havalimanı saldırısı onun Suriye’ye girmesi için iyi bir bahane oldu” diyor.

“YPG hapishanesindeyken Türk hükümeti Rakka’dan 40 kişiyi aldı”

Ebu Mansur bunun bir komplo teorisi olmadığı konusunda ısrarlı. Irak’a götürülmeden önce YPG’nin hapishanelerinde tutulduğu sırada, Türk hükümetinin Rakka’dan 40 kişi aldığını ve bu kişilerin istihbaratçı olduğunu duyduğunu söylüyor.

“Erdoğan, 1983-87 yılları arasında Afganistan’da savaştı ancak bunu gizliyor”

Duyduklarının doğru olma ihtimali varsa da bu Türk istihbaratçıların DAİŞ’le çalıştığı anlamına gelmiyor. Söz ettiği kişiler, Türk istihbaratının örgütü sürekli izlemek için yerleştirdiği kişiler olabilir. Yine de Ebu Mansur, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslamcı arzularla gizliden gizliye çalıştığında ısrar ediyor ve “Erdoğan’ın geçmişine giderseniz, 83’ten 87’ye kadar Afganistan’da bir savaşçı olduğunu görürsünüz. Bunun duyulmasını istemiyor” diyor.

Alt üst olmuş bir İslam devleti rüyası

Ebu Mansur’un yolculuğu Fas’ta, genç bir adamken 11 Eylül olaylarını izlemesi, ABD Başkanı Bush’un dediği gibi eğer onlarla değilse onlara karşı olduğunu hissetmesiyle başladı. Müslümanlar birleşerek diktatörlere ve yabancı ülkeleri işgal eden ABD liderliğindeki koalisyonlar gibi dünya güçlerine karşı direnmeliydi. Mansur, “George Bush’un ‘Ya bizimlesiniz, ya da bize karşısınız’ demesi ve Irak’ın işgalini gördükten sonra Müslümanları kimin savunacağını aramaya başladım” diyor.

Ebu Mansur, Irak’taki El Kaide lideri Ebu Musab el Zarkavi’yi örnek almaya ve internetten militan cihatçı öğretilerini takip etmeye başladı. Ebu Mansur “Irak’ın işgali Müslümanların kalbinde Afganistan’ın işgalinden daha çok yer etti. Kendimizi o zaman hazırlamaya başladık. Savaşan çok az insan olduğumuzu biliyorduk ve kendimizi iyi hazırlamalıydık. Fas’ta direnişe kalkışan grupların yakalanması beni alarm durumuna soktu ve direnişe ne zaman başlamam gerektiği konusunda çok sabırlı olmamı sağladı” diyor.

Ebu Mansur doğru zamanın geldiğine ve Suriye’ye gidip kuruluşuna katkıda bulunacağı bir İslam devleti kurulacağına ikna olduğu 2013’e kadar bekledi.

Ebu Mansur “Müslümanları korumak ve dini görevlerimizi özgürce yerine getireceğimiz Müslüman kimliğimizi arıyorduk. Savaşma arzusu yoktu, öldürme ya da intikam eğilimi yoktu, sadece diktatörlerden kurtulmak istiyorduk. Silahı sadece başkalarının bana zarar vermemesi için kullanıyordum ve bizden güçle alınanlar ancak güçle geri kazanılabilirdi. Razı olduğumuz tüm bu yönetim biçimlerinin hiçbirini biz seçmedik” diyor.

Şimdi cezaevindeyken, adil ve iyi bir İslami devlet kurulması mümkün mü ve DAİŞ’in bunu gerçekleştirme şansı var mıydı diye düşünme fırsatı buldu.“Artık kendimi çok yorgun hissediyorum” diye itirafta bulunarak şöyle devam ediyor:

“Durum sizin gördüğünüz gibi değil. DAİŞ’tekilerin birçoğu eğitimsiz insanlardı. Birçoğunun katılmak için bir gerekçesi vardı. Onlar bu devleti kurmak için nasıl toplandı, kim topladı, bu mesele gerçekten tuhaf. Müslümanları Suriye’deki otoriter rejimden kurtarmak için DAİŞ rüyasını yarattık ve aynı duruma düştüğümüzü görünce şoke olduk. DAİŞ yönetiminde diktatör gibi davranan birçok yetkili vardı. Esad’ı devirmek istedik ama onun yerine daha kötüsünü getirdik.”

Ebu Mansur, “Suriyelilere yönelik rejim uygulamaları çok şiddet içeriyordu. DAİŞ idaresi altındaki insanlar eğitim sistemini umursamadı ve sadece petrol çıkarmak istediler. Fakir insanları düşünmediler, yaşam seviyelerini yükseltmeyi düşünmediler. Aynı biçimde Beşar Esad’ın Baas Partisi’nin çok vahşi bir istihbarat örgütü vardı ama DAİŞ bunun daha da kötüsünü kurdu.  Ayrıca insanları savaşçılar ve savaşçı olmayanlar diye ayırdılar ve savaşçı olanlar savaşçı olmayanlar gibi cezalandırılmıyordu” diyor:

“Rakka’da yerlerde cesetler görüyordunuz, köşe başlarında asılan insanlar… İdam sehpaları, elektrikle işkence… Onlar iyi insanlar değiller. Bulundukları konumdan faydalanmak istiyorlar. Her birinin kontrol sevdası var.”

“Ben güç, ya da yönetme yetkisi aramaya gelmedim” diyor Ebu Mansur; dürüstçe konuşuyor olabilir. Bir zamanlar kısa süren ama güçlü bir devlet olan DAİŞ’i bir büyükelçi olarak temsil eden Ebu Mansur, güçsüz şekilde bir Irak hapishanesinde idamla yargılanıyor ve hayalleri tamamen yok olmuş durumda.